Yaşadıklarımdan

İznik Ultramaratonu 2016

8 yorum


16 Nisan 2016 Cuma gecesi saat 00:00'da, Türkiye'nin beşinci büyük gölü olan İznik Gölünün (Van, Beyşehir, Tuz, Eğirdir, İznik. Yarışmalarda çıkarsa artık biliyorsunuz) etrafının dönüldüğü İznik Ultramaratonuna katıldım. 
http://www.iznikultra.com/



Beşinci büyük göl, İznik Ultra'nın da beşinci senesi, benim üçüncü. Topladığınızda 13 eder. Benim göğüs numaram da 31 idi. 13-31. Topla şimdi, 44. Neyse...

Geçtiğimiz kış sezonunu dağcılık ile geçirdim. Burak SARAL'ın (Kampist) organizasyonunu yaptığı paket bir programa dahil oldum. 5 zirve yaptım. (4 tanesi 3000 metre üzeri Hasandağ, Medetsiz, Erciyes, Aladağlar-Emler, 1 tanesi 2543 m Uludağ büyük zirve ve küçük zirve) 

Erciyes Dağının Zirvesinden 

Ultramaratonun dağcılığa, dağcılığın da ultramaratona ne kadar katkısı olduğunu birebir yaşayarak görmüş oldum. İkisinin ortak katkısı olarak söyleyebileceğim en önemli madde; mental ve fiziki zorluklara dayanıklılık.

Ultramaraton sayesinde gelişen kondisyonumun dağcılığa katkısı oldu. Dağcılık sayesinde de yüksekliğe alışarak 2000 metre üzerinde geçen ultramaratonlara daha kolay uyum sağlamayı hedefledim. İlk testi 21 Mayıs'ta RunToSky'da yapıcam.

Adet Olduğu Üzere Mazeret ve Ağlama Bölümü

Öncelikle elektrikler kesildi, o yüzden bu yarışa iyi çalışamadım. Dağcılık faaliyetleri sebebi ile kışın koşu antrenmanlarımı bir program dahilinde yapamadım. Çünkü üç haftada bir bi dağa gidiyorduk. Hatta sadece canım sıkılınca ya da kafamı dağıtmak için çıkıp koştum. Bir-iki yarışa katıldım.

Iznik Ultraya bir buçuk ay kala tekrar Bahar hoca (SAYGILI) ile anlaştım ve düzenli koşularıma başladım. Koşmaya başladığımdan beri (iki buçuk yıl önce) yarışlar için antrenman programlarımı Bahar hoca yazar. Bu sene UTMB'de koşacağım. Dolayısı ile Bahar Hoca ile devam edeceğim.

Yarış Yarış öncesi İlker (LAÇALAR) ile bir zaman planlaması yapmaya çalıştık. Bir önceki sene tamamını birlikte koşmuş ve 18:40 saatte bitirmiştik. Bu sene yapılan ilave nedeni ile 19:40 saatte bitirebileceğimizi, eğer kendimizi biraz geliştirebildiysek de 19:00 saatin altında bitirebileceğimizi düşündük. Tabiki yine evdeki hesap İznik Ultra'ya uymadı.

Cuma günü İznik'e Burak (KILIÇ) ile beraber gittim. 2014 yılındaki yarışın tamamını Burak ile koşmuştum. Çok dayanıklı bir ultracı. Çok az antrenman yaparak rahat rahat 100 km üzeri koşuyor. Bu yarışa da yoğun olmayan bir antrenman programı ile hazırlandığını, başlangıcı yavaş yapıp sonlarda yorulmadan koşarak ilerlemeye çalışacağını söyledi. Bir başka evdeki hesap ile çarşı modeli :) Tam olarak bu taktiğine uyamamış olsa da çok iyi koştu ve yaş grubunda ikinci olarak kürsüye çıkmayı başardı.

Cuma öğleden sonra İznik’e Burak ile ulaştık. Çadırları kurarak kamp alanına yerleştik. Her sene olduğu gibi yine organizasyonun kamp alanında, çadırda kalmayı tercih ettim. İlker LAÇALAR da benimle kaldı. Göl manzarasında ağaçların altında, mis gibi bir havada kamp atmak çok keyifli oluyor. Tek problem faaliyet alanındaki müzik sesi, ama ona da bir süre sonra alışılıyor. Zaten gece müzik olmuyor. Kampın yarısında tanıdık dostlar vardı. Çekmeköy koşu grubumuzdaki diğer arkadaşlarım da çok kıskanç oldukları için, hepsi beni kıskanmışlar ve erkenden gelip kamp alanına çadırlarını kurmuşlardı :))


Yarış brifingini dinledik. Caner parkurdaki değişikliklerden bahsediyordu. Geçen seneki sürelerimizden bir saat daha uzun sürebileceğini, patika ayakkabısının şiddetle tavsiye edildiğini, özellikle yeni açılan Narlıca-Müşküle arasının asfalttan arındırılıp patikaya dönüştürüldüğünü söylüyordu. Bunu söylerken yüzünde hafif bir gülümseme oluştuğunu fark ettim ama o an için bi anlam veremedim. Patika patikadır. Koşarsın gider! Zamanı gelince nedenini anladım.

 Yarıştan yarışa görebildiğim arkadaşlarımla görüşüp sohbet ederek vakit geçirdim. Fotoğraflar çekildik. Emre TOK’tan (Raidlight) yarışta taşımak üzere katlanır bardaklardan bir tane aldım. Taşıması ve kapladığı yer açısından çok avantajlı.

Akşamüzeri sekizden ona kadar çadırda uyumaya çalıştım. Sonra da hazırlanıp start noktasına gittim. Foto çekildik, sonra biraz daha foto çekildik, çektik, çektirildik…       







Başlangıç – Dikilitaş arası (0 - 9 km)

Yarış için bu sefer ilk defa Çekmeköy grubu arkadaşlarımla beraber en ön sıraya geçtik. Çok güzel kareler yakalanmış. Ömür boyu unutamayacağımız güzel anılardan biri olarak kalacak bu kareler.

Cuma gece yarısı saat tam 00:00’da start verildi ve yarış başladı. Aykut ile Faruk en önden gidiyordu. Biz de 5-6 arkadaş hızlı bir çıkış yaparak arkalarından gittik. Geçen sene İlker ile bundan daha yavaş bir çıkış yapmıştık. Hatta ilk 30 km kadar hiç kasmadan sakin bir tempo ile gitmiştik. Bunun etki ve değerlendirmesini en son yapacağım.

Dikiltaş – Boyalıca arası (9 - 25 km)

İlk kontrol noktası olan Dikilitaş’a çok rahat ve sorunsuz geldik. Merdivenlerden inip hemen yukarı çıkıp devam ettik. Gecenin bir yarısında, ışıklandırılmış hali ile uzaktan görüntüsü çok güzeldi. Bir süre Dikilitaş’a bakarak koştum.

Yücel kadar olamam tabiki ama, onun da affına sığınarak, bir iki tarihi bilgi de ben ilave edeyim dedim yazıma. Dikiltaş, İznik (Nikaia)-İzmit (Nikomedia) arasındaki tarihi Roma Yolu yolu üzerindeymiş. 2014 yılında tersten (o zamana göre düzden) koştuğumuzda parkur bu yolun taşlar ile kaplı küçük bir kısmının da üzerinden geçiyordu. Dikilitaş (obelisk) MS 1. Yüzyılda, İznik kapılarını yaptıran Cassius Chrestus’un yeğeni tarafından, Cassius Asklepiodotus’un oğlu Cassius Philiscus anısına yaptırılarak dikilmiş. Taşın üzerinde Philiscus'un 83 yaşında vefat ettiği yazılı.

Boyalıca’ya da yüksek bir tempo ile geldik. Boyalıca’ya kadar zaten yarışın en kolay bölümleri idi. Geçen seneye göre zemin daha kuruydu. Öndeki Aykut ve Faruk artık görünmüyordu. Mehmet ARSLAN bir süre arkamızdan geldikten sonra bizim gazımızdan! önümüze geçip yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. O gazla da yarışı ikinci bitirmeyi başardı.

Artık ben, İlker LAÇALAR, Tolga GÜLER, Özgür ÖKTEM, Ali DÜZDAŞ, Adem ŞENGÜL olarak 6 kişi koşuyorduk. Adem’in ağrıları artınca Ilıca’dan sonra yavaşlayıp bizden ayrılacaktı. Tarlaların arasından geçerek Ilıca’ya da ulaştık.

Boyalıca Ilıca Arası (25 - 36 Km)

Boyalıca’dan çıktıktan sonra evlerin arasından geçip patikaya daldık ve ilk tırmanış etabına geldik. Geçen seneye göre daha rahat bir tempo ile tırmandık. Tırmanma bölümü bitince arkadan gelen bir iki arkadaşımızı beklerken Güven GÜÇLÜTÜRK yanımızdan geçti. Sanki düz yolda koşuyor gibiydi. Tırmanma konusunda oldukça iyi. Bu sene gerçekten çok büyük emek verdi bu işe. Sonuçlarını da alıyor. Biz iniş bölümünde biraz tempomuzu düşürdük.  

Ilıca – Anaçayırı - Örnekköy arası (36 - 51 - 55 Km)

Anaçayırı’na varmak biraz sabır istiyor. Belki benim için öyledir. Bilemiyorum. Havanın aydınlanmaya başlamak üzere olması, son bölümlerin düz ve nispeten sert zeminden gidiyor olmasındandır belki de…

Örnekköy’e yaklaşırken yollar biraz değişmiş. Koşarken buralardan geçmeye gerek var mıydı diye düşündük. Kontrol noktasına yaklaşırken tarlanın birindeki bir köpek zincirini koparmış bir şekilde kenara doğru yaklaştı. Ama kalabalık olunca üzerimize gelmedi. Köpek daha sonra arkamızdan gelen Aytuğ’a, bu duruma ne kadar sinir ve gıcık olduğunu, bizzat yanına kadar gelerek ifade etmiş.

Örnekköy – Sölöz Burnu – Sölöz (55 – 67 – 70 Km) 

Örnekköy istasyonunda dropbaglerimizi alıp üzerimizdekileri değiştirdik. Bazılarımız tüm kıyafetlerini değiştirdi. Murat AKKAYA, Mert DERMAN, Serdar ÜNALAN ile gönüllü arkadaşlar burada bize çorba ikram edip yardımcı olarak moralimizi arttırdılar. Murat gibi yüzünden gülümseme ve pozitif enerjisi hiç eksik olmayan, Mert gibi yazılarını, yarışlarını ve Ilgaz KURUYAZICI ile yayınladıkları podcastlerini takip ettiğimiz ve çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı bize destek verirken görmek moralimizi çok arttırdı.  

Sanırım bunların da etkisi ile Örnekköy’de epeyce vakit geçirdik. O kadar uzun durmuşuz ki arkamızdan gelen en az beş kişiyi daha burada karşılayıp konuştuk. Sonra artık yeter diyerek hazır olanlar önden yavaş yavaş koşmaya başlayarak ayrıldık.


Örnekköy’den sonra Sölöz’e kadar düz bir parkurda ilerledik. Örnekköy’de gün aydınlanmaya başlıyor. Sonrasında da gölün yanında kilometrelerce koşarak güneşin ilk ışıklarını yakalayıp seyrediyorsunuz. İnsan yeninden doğmuş gibi hissediyor. Murat da bir süre bize asfalttan arabasıyla eşlik edip fotoğraflarımızı çekti.




Sölöz burnu, sadece zaman kaydının tutulduğu bir ara kontrol noktası. Bu bölüme gelmeden önce, Alper DALKILIÇ selam vererek çok sakin ve sabit bir tempo ile gelip yanımızdan geçip gitti.

Sölöz – Narlıca Arası (70 - 88 Km)

Sölöz köyü en sevdiğim kontrol noktalarından biri. Biraz da asıl mücadele bundan sonra başlıyor diye düşündüğüm için olabilir. Bu köyün çıkışında bulunan dört katlı ahşap ve kerpiçten yapılan binanın hala ayakta olabilmesi insanı hayrete düşürüyor.

Sölöz’den çıktıktan sonra ilk uzun tırmanış başlıyor. Bir taraftan havanın ısınmaya başlamış olması, biraz da tırmanmanın etkisi ile bulduğumuz her çeşmede kafamızı yıkayıp su içmeye başladık. Manzara her zamanki gibi çok etkileyici idi. Tırmanmak ise her zamanki gibi zorlayıcıydı. Geniş orman yollarında, ağaçların arasında, kuş sesleri ve akarsuların sesini dinleyerek gitmek, bu işi neden yaptığımızı hatırlatıyor. Ben de hatırlamaya çalıştım. Tırmanırken neden yapıyorum böyle bir işi dedim kendi kendime. Sonra ormanın yeşiline baktım. Tekrar sordum, neden diye. Tekrar baktım. Hmm dedim.

İnişte yine tempomuz biraz düşük oldu. Koşuyorduk ama ayaklarımızı nazlı nazlı atıyorduk. Sonra arkamızdan şimşek gibi koşarak Aytuğ geldi. Birbirimizi baltaladığımızı, herkesin kendi temposunda koşması gerektiğini söyledi. Yarışın kalan kısmında Aytuğ da bizimle koştu ve finisihe kadar 6 kişi devam ettik.

Aytuğ’un aramıza katılması bizi ateşledi. Tempomuzu arttırdık ve Narlıca’ya vardık.

Narlıca – Müşküle Arası (88 - 97 Km)

Geçen sene Narlıca’ya İlker ile beraber, 50 km koşacak grubun startından önce vardığımız için kalabalık bir grup bizi karşılamıştı. Bu sene başlangıç 1.5 saat erkene alınınca 50 km koşan arkadaşları son km’lere kadar göremedik.

Narlıca kontrol noktasında anlatmam gereken bir mevzu daha oldu. Sıcakta yüksek bir tempo ile aşağıya doğru koşarken adrenalin oldukça yükseliyor. Birçok şey düşünüyorsunuz. Sakatlanmamaya çalışmak, düşmemeye, bağları zedelememeye çalışmak gibi şeyler geliyor aklınıza. İstasyona vardığımızda gönüllüler hemen bizimle ilgilenmeye başladılar. Bir taraftan da genel bilgiler veriyorlardı. Öndeki arkadaşlar, önümüzdeki parkurun zorluğu vb. gibi. Benim ise kafam çok başka yerlerde olduğundan söylenenleri o an için hiç anlamadım. Koşmaya başladıktan sonra kafamda dönmeye başladı. Ama artık anladığım şey ile anlatılan şeyler arasında yüz seksen derece fark vardı. Kafamdan hikayeler yazmaya başlamışım. Aytuğ’a da kafamda canlandırdığım şeyleri anlattım ama yarıştan sonra mevzuyu anlayınca kendi kendime çok kızıp düzeltmeye çalıştım. Biraz daha sakin kalıp biraz daha dünya ile bağlantıyı kesmeden koşmaya çalışmam gerekiyor.

Narlıca çıkışında asfalttan ayrılıp hafif tırmandıktan sonra parkurun yeni bölümüne geliyorsunuz. Bu yeni bölüm var yaa… Bence güzel olmuş diycem ama kulaklarımı çınlatırsınız diye diyemiyorum. Rollercoaster gibi, inişli-çıkışlı, dönüşlü, düşüşlü, kalkışlı. İsviçre’nin Alp Dağlarında 200 km, 11.400 metre (Swiss Irontrail T201) tırmanışlı bir parkuru tek etapta koşup bitirmiş birisi olarak, yarışın bu 10 km’lik bölümünün zor olduğundan falan bahsetmek benim için biraz ayıp olur. Hatta çok kısa olmuş bile diyebilirim. Bundan çok daha zor yarışlarda koşmuş arkadaşlarımız var.


Ama hayatında ilk defa 50 km’lik ultramaraton yarışına katılacak arkadaşların ilk km’lerinde böyle bir hoş geldin ile karşılanması, yarışa güzel bir hava katmış :) Ultramaraton koşmak gibi bir niyetiniz var ise bu tür şeylere takılmayın. Hepsi bitiyor, geçiyor, gidiyor. Yeter ki ilerlemeyi bırakmayın.

Müşküle’ye kaybolmadan, işaretleri kaçırmadan vardık. Parkurun hiçbir yerinde yanlış yola girmedik. Özellikle Narlıca sonrası yeni bölümde kolumuzdaki Suunto'ların çok faydası oldu. Ne tarafa dönmemiz gerektiğini öncesinde görebiliyorduk. Waypoint'leri de önceden işlemiştik. Çoğumuzun kolunda da olunca birbirimizin saatleri ile mesafeyi, yüksekliği, gideceğimiz yönü karşılaştırıyorduk. Hiç bir yerde sapma olmadı.

Müşküle - Süleymaniye arası (97 - 108 Km)

Müşküle’de biraz birşeyler atıştırdık. Tek hatırladığım sıcaktan dolayı çok su içtiğim ve göbeğimin şiştiği, fotoğraflarda fil yutmuş yılan gibi çıkacağımı düşündüğüm idi. Murat, Mert, Serdar yine burada bizi karşıladı. Bize moral verdiler. Bir süre burada oyalandıktan sonra tekrar yollara düştük.


Müşküle sonrası ikinci dik çıkışa geldik. Sıcak zorladı ama sanki daha çabuk bitti gibi geldi. Zaten 6 kişi koşunca geyik yapmaktan sıkılmaya fırsat kalmıyor.  Süleymaniye’ye yaklaşırken yine Murat karşıladı bizi.

Süleymaniye – Derbent (108 - 123 Km)

Süleymaniye’de yiyecek yoktu. Sadece su vardı. Murat bize soda ve ayran aldı. Çok iyi geldi. Güven de burada yarım saattir bizi bekliyormuş. Onu da alıp 7 kişi beraber koşmaya başladık. Derbent’e kadar biraz sert bir zeminden çoğunlukla yürüyerek gittik.



Son bölümleri daha yumuşak zeminden ve daha keyifli bir parkurdan oluşuyor.

Bu arada ben yazmaktan yoruldum. Siz okumaktan yorulmadınız mı yahu?  Koştuk, yürüdük, koştuk, yürüdük Derbent işte.

Derbent – Finish (123 - 139 Km)

Müşküleden beri beslenemeden geldik. Müşküle'de de masa biraz zayıftı. Süleymaniye sadece su istasyonu olmuş. Açıkçası istasyonlarda biraz daha çeşitli ve fazla yiyecek olmasını beklerdik. Önceki seneler öyleydi. Masada az görünce az yiyorsunuz. Bu da enerjinizi daha dikkatli harcamak durumunda bırakıyor. Derbent’e gelip masayı görünce sandalyelere çöktük kaldık. Yavaş yavaş, sindire sindire yedik. İçtik. Kaçtık. Güven bize gitmemizi, biraz dinlenip arkadan geleceğini söyledi. Devam ettik.


Artık inişe geçmiştik. Arkadakiler ile aradaki mesafeyi bilmiyorduk. Önümüzde İhsan abinin olduğunu biliyorduk. Yarışın da bitiyor olmasının verdiği enerji ile 6- 6.30 pace ile gitmeye başladık. Son 5-6 km kala Tolga önde İhsan Abiye yetişmiş. Bizim grubunda az arkada olduğunu duyunca basıp gitmiş. Biz yetiştiğimizde görünüyordu ama bir kişi daha geçmenin bizim için önemli olmadığını, önemli olanın hep birlikte bitiş çizgisinden kolkola geçmek olduğunu düşündük.

6 kişi birlikte koştuğumuz için, bize yakın koşanlar, kontrol istasyonlarında doğal olarak bizimle olan mesafelerini sorgulamış. Bizi geçmeleri demek, sıralamada altı basamak birden yükselmek demek olacaktı. Ya da bizim onlardan birini geçmemiz durumunda altı basamak birden düşmüş olacaklardı. Bizim için bir kişinin bizi geçmesi, ya da bizim bir kişiyi geçmemiz çok da önemli değildi. Önemli olan hep birlikte keyif alarak bu heyecanı yaşamaktı. Bunu da başardık.



Ayrı koşsaydık eminim arkadaşlarım çok daha kısa sürede bitirebilirdi.  Son bölümde de biraz erik topladıktan sonra tempomuzu düşürüp, bize seslenenleri selamlayarak ilerledik. 20 saat 28 dakikanın sonunda kolkola bitiş çizgisini geçtik. Önümüzde 6 kişi varmış. Dolayısı ile 7,8,9,10,11 12. olarak sıralandık. Ve bitti :)

Sonuçlar için:
http://racetecresults.com/results.aspx?CId=16389&RId=108

Grup koşmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları da olduğu kesin. Örneğin bir çeşmeye vardığınızda 6 kişi sıra ile su içiyordu. Bi kontrol noktasında 6 kişi birden beslenip sularını doldurup dinlendikten sonra çıkıyorduk. Tek tek tuvaletimiz geliyordu, grup durmasa da yavaşlayıp onu bekliyordu. Benim tahminim bu tür sebeplerden 30-40 dakika kadar kaybımız oldu. Ama bu kadar uzun bir yarışta çok da umursanacak bir süre değil bu.

2015 ile 2016 arasındaki fark net olarak görülüyor. 


Beraber yaşadığımız anılar, bu 30-40 dakikadan çok daha değerli olup bizim grubumuzu birbirine bağlayan dostluğu güçlendirdi. Bu açıdan arkadaşlarıma bu güzel anıları benimle paylaşıp hayatımın bir parçası oldukları için minnettarım.

Genel olarak benim ilk göz ağrım ve koşmaktan her zaman büyük keyif aldığım bir organizasyon. Burada emeği geçen ekiplere, gönüllü arkadaşlarıma, alkışlayan tüm ellere çok teşekkür ederim. Onlar sayesinde bu güzellikleri yaşayabiliyoruz, böyle bir yarışta sınırlarımızı test etmeyi başarabiliyoruz. Sağolsun, varolsunlar. 

Bu gölün etrafını koşarak dönmek, ne saçma di mi? Olacak iş değil. Ama biz yaptık :)


Swiss Irontrail - T201

2 yorum


2015 yılı için hedeflediğim 3. ve son yarış olan Swiss Irontrail - T201'i tamamladım. Yazdığı koşu programları ile sakatlanmadan ve sosyal hayatımı sıfırlamadan hazırlanmamı sağlayan Bahar Saygılı hocama, güvenip desteği ile yanımda olan şirketim Teknopark İstanbul A.Ş.'deki yöneticilerime, koşu arkadaşlarıma, Davos'ta evini paylaşan Nicky'e, yarış sonrası Zürih'i gezdiren Güven kardeşime de çok teşekkür ederim. Aslında bu uzun süreçte hayatıma dokunan daha çok kişi var. Başarmam için katkı sağlayan herkese canı gönülden teşekkür ederim.

Benim için büyüleyici güzellikte olan bu yarışın notlarını unutmadan hemen yazmaya çalıştım. Umarım daha sonra koşacaklara faydası olur.

Yarış, İsviçre'nin Alp Dağlarında geçiyor. Başlama ve bitiş noktası Davos. T201, T121, T91, T41, D21, A21 kodlarında altı farklı yarış aynı anda organize edilmiş. Organizasyonun verdiği rakamlara göre T201 parkurunun toplam uzunluğu 204 km, 11.440 m toplam tırmanışlı. Zaman limiti 64 saat, oldukça geniş. 48 saatte bitirmeyi planlamıştım ama benim için hayal olduğunu kısa sürede anladım. Bu yarış benim için bir günden uzun sürecek bir yarış olarak bir ilkti. Biraz tecrübeli olsaydım rahatlıkla 53-54 saatte bitirebilirdim. Belki seneye :) Bu sene bitirmem önemliydi. 58.5 saatte bitti.

Davos, 1558 m rakımda bulunuyor. Parkurun en yüksek noktası 2.755 metrede, en düşük noktası ise 851 metre. Yarışın ilk 130 km'si genelde 1800 metrelerden 2550-2755 metrelere defalarca çıkıp inme şeklinde geçiyor. Daha sonra 851'den 2653'e çıkılıp inildikten sonra son olarak 2346'daki Strelapass kapısından geçilip Davos'a inilerek bitiyor. Dolayısı ile büyük bir kısmı 2000 metre üzerinde geçiyor.

Çoğunlukla single track, Çok az bir kısmı asfalt ve düz yollardan oluşuyor. Beni rahatsız etmedi. Şehir içlerinde bile asfalttan geçirmemek için çevresindeki patikalara yönlendirmeye çalışmışlar ama mesafe uzun olunca ister istemez bir kısmı asfalt yollardan geçmiş.

Bazı bölümlerinden geçişler oldukça tehlikeli. Özellikle bir noktada patikadan ilerlerken aşağıya düşmemek için kenarlara tutunmak zorunda kaldım. Küçük bir kısımda da kaya yüzeyinden yukarı tırmanırken ellerimi yere koymak zorunda kaldım. Bazı kısımlarında çok uykulu iseniz uçurumdan düşme riskiniz de var. Ama bu saydıklarım parkurun çok az bir kısmı için geçerli. Korkacak bir durum yok.

Kontrol noktalarının arası mesafe olarak çok görünmese de süre olarak oldukça uzun zaman alıyor. Biz ülkemizde düzenlenen yarışlarda maksimum iki saatte bir sonraki kontrol noktasına varmaya alışkınız. Burada üç-dört saati bulabiliyor. Kenarlardan akan kaynaklardan doldurarak suyunuzu tedarik etmeniz gerekiyor. İlk gün havanın sıcak olmasından dolayı suyum yetişmediğinden defalarca kaynak sularından doldurarak içtim. İkinci gün yağmurlu olmasından dolayı çok su ihtiyacı duymadım ama yorgunluk, yağmur, çamur, parkurun zorluğu, yükseklik farkı derken, iki kontrol noktası arasının üç buçuk saate vardığı yerler oldu.

İşaretleme genel olarak yeterliydi. Gece bölümünde biraz daha reflektörlü şerit konulmasını gerektiren yerler vardı. Tereddütte kaldığım birkaç dönüş oldu. Kolumdaki Suunto'nun şarjı bitene kadar bu dönüşlerde çok faydasını gördüm.

Zorunlu malzeme olarak tüm ultramaratonlarda istenenlerin aynısı istendi. Başta bir sorumluluk yazısı imzalatıldı. Zorunlu malzeme kontrolü hiç kimseye yapılmadı.

Organizasyon için pek güzel şeyler söyleyemeyeceğim. Öncelikle drop-baglerimi kontrol noktalarına taşımayı unuttular. Bu konuda yalnız değilmişim. Alışveriş için fuar vb. alanı yoktu. Eksiğinizi mağazalardan tedarik edebilirsiniz ama avrupa fiyatlarının çok üzerindeki fiyatlara. Yarış başlarken yeterli heyecan ve güzel bir atmosfer sağlanamadı. Bittiğinde de farklı değildi. Benim için çok önemli değildi ama sponsor hediyeleri, bitirme madalyası vb. herhangi bir şey verilmedi. Bitişte sadece finisher t-shirt'ü, hot-dog, alkolsüz bira ile hafif bir masaj dışında herhangi ekstra bir şey yoktu. Bunlar için koşmuyoruz ama iki yüz km koştuktan sonra bir iki hatıra olsun istiyor insan, en azından bir finisher madalyası... Dediğim gibi, çok da önemli değil.

Gönüllüler ise çok çok iyiydi. Her noktada ellerinden gelen yardımı yaptılar. Özellikle dopbaglerimin unutulmasından dolayı daha da yardımcı olmaya çalıştılar. 18 kontrol noktası vardı. Bunların bir kısmı spor salonu vb. mekanlarda düzenlenmiş ama çoğu bazı yapıların bodrum katlarında, barakalarda, restoran alanlarda veya açık alanlarda tente ile düzenlenmiş. O şartlarda iki-üç gün boyunca orada gönüllü olarak bulunmak ayrı bir ultra performans gerektirir. Sanırım toplam 300 gönüllü görev almış. Hepsine ayrı ayrı teşekkürler. Sağ olsunlar, var olsunlar.

KAYIT

Yarıştan bir önceki gün akşam üstü 5 ve 7 arasında spor salonunda düzenlenen alanda kaydımı yaptırıp trackerı, numaramı ve üç adet dropbag torbamı teslim aldım. Masadaki kalemler ile torbaların üzerine numaramı ve hangi istasyona bırakılacağını yazdım. Eve gelerek daha önceden hazırladığım malzemeleri torbalara koydum.

İlk dropbag noktası Samedan 56. km'de, ikincisi ise Savognin 137. km'de, üçüncü torba ise Davos'ta kalıyor ve yarış sonrası giyebileceğiniz kıyafet vb. şeyleri koyabiliyorsunuz. İlk nokta nispeten yakın olduğundan fazla doldurmak istemedim. Saatimin şarj kablosunu, şarj için pil, yedek kıyafetler, ayak kremi, çorap ve bir powerade koydum. İkinci torbaya ise yağmur ve havanın soğuma ihtimaline karşı hem kalın hem ince yedek kıyafetler, yedek pil, şarj için taşınabilir pil, pişik ve ayak kremleri, duş için havlu, şampuan, iç çamaşırı, çorap, yedek ayakkabı, yedek kramp hapları (salt stick) koydum. Böylece bu noktada dünyaya yeniden gelmiş gibi olmayı planlamıştım. Ama boşunaymış. Neyse.

Torbaları hazırlayıp kayıt salonuna tekrar döndüm. Görevliye sorarak üzerinde T201 yazan torbaya dropbaglarimi bıraktım. Elveda dropbaglar.

YARIŞ

Sabah altıda kalkıp bir şeyler yedim. Giyinip hazırlandım ve start alanına gittim. Çok kalabalık değildi. Bir iki foto çekildim. Saat yaklaşınca alan doldu. Seksenlerden kalma birkaç şarkı çaldılar. Start müziği olarak da "Baby Hands Up" 'ı çaldılar. Bu coşkulu eser yarış boyunca kulağımda çınladı. Saat geldi ve mikrofonu tutan görevli ondan geriye doğru saymaya başladı. Ama rakamları ingilizce, fransızca, almanca, italyanca ve romanşça olarak karışık şekilde söylediği için herkes şaşırdı ve kimse eşlik edemedi. Neyseki tabanca bildik bir sesti, patladı ve yarış başladı.

İlk kontrol noktası, 11. km, Sertig Dörfli
Ön sıralarda gayet rahat bir şekilde geldim. Hiç zorlanmadım. Ağrılarımdan dolayı bir haftadır hiç koşmamıştım. Sadece bir gün önce, kendimi kontrol etmek için, geriye doğru Shatzalp'in biraz yukarısına çıkıp inmiştim. Yarış öncesi bunu yapmayı seviyorum. Son bölümleri bilmek bana huzur veriyor. Sertig Dörfli'de biraz su takviyesi yapıp devam ettim.

12. km'den itibaren yükseklik 2000 m üzerine çıkmaya başladı. Bir anda duvara çarpmış gibi oldum. Koşmaya çalışıyordum ama bacaklarım gitmiyordu. Tempom düştü, herkes yanımdan geçmeye başladı. Dert etmedim çünkü bu yarışı gördüğüm insanların sadece yarısı bitirebilecekti. Ben de bitiren yarıda olmak istiyordum. Yavaş da olsa ilerledim. Kısa bir süre sonra kayalık zeminden dik bir tırmanış başladı. Batonlara asılmaya başladım. Ağrı sızı hissetmeden ilerledim.

Uzun süren bir tırmanıştan sonra 2739'daki Sertig kapısına yaklaştım. Yukarıda bir grup seyirci tezahürat yapıyordu. Onlara doğru 200 metre kadar kalmıştı ki sağ kalf ve bacak eklemime hayatımdaki en şiddetli kramp girdi. Yere yığıldım. Sağ kalfime baktığımda delice kasılıp titriyordu. Böyle bir şey hayatımda yaşamadım. Yanımdan geçenler hemen yardım etmek istedi. Ben sorun yok gidebilirsiniz dedim. Üç beş dakika böyle kaldıktan sonra batonlarıma yaslanıp kalkıp kenara oturdum. Kendimi iyi hissedene kadar da kalkmadım.

O ana kadar hedefim bu yarışı 48 saatte bitirmekti. Ama bu acı aklımı başıma getirdi. Hiç 2000 metre üzerinde antrenman yapmamıştım. İki ay önceki 2000'lerdeki Zugspitz Ultratrail maratonunu saymazsak hayatım sahilde 0 rakımda ya da Çekmeköy'de 350 metre rakımda koşarak geçti. 8 aydır hazırlanıyordum. Bir sürü antrenman yaptım, para harcadım, fedakarlıklarda bulundum. Buraya kadar geldim ve 18. km'de giren bir kramp yüzünden bu yarışı bırakamazdım. Aykut Çelikbaş'ın bana dediği sözleri geldi aklıma. Gerekirse 4-5 saat bir yerde uyuyabileceğimi, önemli olanın bu yarışı bitirmem olduğunu söylemişti. Ben de süre hesaplarını bir kenara bırakıp elimden geleni yapıp bu yarışı bitirmeye çalışmaya karar verdim.

Küçük adımlarla tepeye çıktım. Seyircilerin yanından geçerken almanca ya da kendi dillerinde anlamadığım bir şeyler söylediler. Anlamadım ama thank you dedim, çok güldüler. Hala birilerini eğlendirebiliyordum. İnişe geçince yüksekliğin de azalmasıyla oldukça rahatladım. Yarışın uzun olmasından dolayı sakin ve kendi hızımda gitmeye karar verdim. Hala koşabiliyor olduğumu görmek beni rahatlattı.

İkinci kontrol noktası, Kesch, 22. km
Toplam 3 saat 40 dakikada vardım. Buraya yaklaşırken yanımdan geçen Karmen isminde bir bayan koşucu bana nasıl olduğumu sordu. Ben de iyi olduğumu ama yükseklikten dolayı koşamadığımı, genelde deniz kenarında antrenman yaptığımı söyledim. O da üzüldüğünü, kafein ya da salata verebileceğini söyledi. Kafeinim var dedim. Bana salata verdi. Cips, tuzlu kraker, tuzlu fıstık karışımı. Çok teşekkür ettim ve gitti.

Ultramaratonun en sevdiğim yanı, hızlı koşmak zorunda olmadığını bildiği için herkes biraz durup ya da yavaşlayıp birbirine destek olabiliyor. Geçmek ya da geçilmek o kadar da önemli değil. Finish çizgisini geçmek zaten büyük bir başarı.

Üçüncü kontrol noktası Bergün, 34. km.
12 km ve yokuş aşağı, rahat bir parkur ama çok hızlı koşulmuyor. Toplamda beş buçuk saatte vardım.

Bergün'e gelirken, bir ara telefonum çaldı. Açmadım. Sonra tekrar çaldı. Sanırım yurtdışında olduğumu bilmeyen birisi dedim. Zaten sırt çantamın içinde. Durmak istemedim. Sonra tekrar çaldı. Ardından da mesaj geldi. Belki organizasyondan birileri aramış olabilir diye durup çantamı açıp telefonumu çıkardım. O esnada yanıma Anke isminde ve Bakiye Ablaya çok benzettiğim bir abla geldi. Bir sorun olup olmadığını sordu. Her şey yolunda dedim, devam etti. Tolga Güler ve Cem Güler (soyadı benzerliği ;) ) aramış. Ulaşamayınca Tolga mesaj atıp haritadan baktıklarında rotada görünmediğimi, bir kontrol etmemin iyi olacağını yazmış. Sağ olsunlar, var olsunlar. Çok duygulandım. İşaretleri takip ettiğimi, Suunto ile de kontrollü gittiğimi, başka koşucuların da olduğunu, sorun olmadığını yazdım. Anke'yi yakalayıp bir süre beraber koştum. Rotayı iyi biliyordu, geçen sene de koşmuş. Sonra onu youtube üzerindeki bir swiss irontrail tanıtım videosunda gördüğümü söyledim. Hatırlamadı, kontrol edeceğini söyledi.

Dördüncü kontrol noktası Naz, 40. km.
Anke ile beraber vardık. Buraya gelirken bir miktar asfalttan tırmanış vardı. Asfalt dizlerimi ağrıtınca çok hızlı gidemedim. Anke çok iyi tırmanıyordu, bir türlü yetişemiyordum. Tekrar Bakiye Abla geldi aklıma. Yavaş yavaş gelip hep geçerdi bizi.
Naz, bir evin önündeki masalara kurulmuş bir kontrol noktası. Anke gönüllülere geçen sene burada Mammut'un küçük maskot filini düşürdüğünü söyledi. Onlar da evet, burada bakın diyip pencerenin önüne koydukları maskotu gösterdiler. Sevindi ve alıp tekrar çantasına taktı. Kimse alıp götürmemiş. Bir sene sonra düşürdüğü gibi bulabildi. Bu kadar insanlığa alışkın olmayan bünyem tekrar sarsıldı. Buradan da beraber ayrılıp devam ettik.

Beşinci kontrol noktası, Spinas, 50. km.
Hava kararmadan toplamda yaklaşık dokuz buçuk saatte vardım. Kendimi iyi hissediyordum. 2000 metreye çıkıp indim. İniş özellikle biraz dik ve yılan gibi kıvrıla kıvrıla, çarşaklı bir zeminden idi. Düşmemek için çok dikkat ettim. Alışkın olmadığım bir zemin ama yarış uzun olduğu için ve benzer yerlerden defalarca geçeceğim için devam eden kilometrelerde daha rahat olacağımı düşündüm. Burada da fazla oyalanmadan devam ettim.

Altıncı kontrol noktası, Samedan, 55. km. (Birinci dropbag noktası)
İlk dropbag noktası, onbirbuçuk saatten az bir sürede ulaşmışım. İkibinlere bir tırmanış ve iniş sonrasında vardım. Şehrin içinde bir spor salonu. Tren yolunun altından geçtikten sonra varılıyor. Burada biraz tereddüt ettim. Siz etmeyin. Devam edin. Salondan içeri girince küçük çocuklar numaranıza bakıp çantanızı getiriyorlardı. Benim numarama da bakıp aralarında yarışırcasına çantamı getirmek için içeri koştular. Sonra elleri boş geri geldiler ve bulamadıklarını söylediler. Defalarca numaramı okudular. Sonra sorumlu kişi gitti, aradı, bulamadı ve gelip çantamın olmadığını söyledi. Ben de oradadır dedim ve kendim kontrol etmek istediğimi söyledim. Bütün çantalara baktım, ama benimki yoktu. Kafam karıştı. Doğru torbaya bıraktığıma emindim. Yanımda iki kişi daha vardı. Tekrar tekrar baktım, nasıl olabilir diye düşündüm. Sonra oyalanmaya gerek olmadığını düşündüm. Hiç birşeye ihtiyacım yok. Sadece saatimin şarj kablosunu yanıma almadığıma çok üzüldüm. Boşuna taşımayayım, ilk dropbag noktasında alırım demiştim. Hata yapmışım. Neyse, bir sonraki, yani 135. km'deki dropbag noktasında olabileceğini söylediler, bana da öyle geldi, herhalde oraya gitti ikisi de dedim ve bir şeyler atıştırıp oyalanmadan devam etmeye karar verdim.

Yedinci kontrol noktası, Pontresina, 64. km.
Samedan'dan çıktıktan sonra bir km kadar düz ve sert bir zeminde gidip tekrar tırmanmaya başladım. Yüksekliğe biraz alışmaya başlamıştım. 2250 metrelere kadar çok zorlanmadım. Ama sonrasında hem yüksekliğin etkisi hem de zeminden dolayı yine nefes nefese kaldım. Hava karardı. 2650'lere varınca adım adım ilerleme moduma geçtim. İki saat kırk dakikada zirvedeki (2731) kontrol noktasına vardım. Çok kısa durup bir şeyler atıştırıp devam edip inişe geçtim.

Sekizinci kontrol noktası, Station Murtel, 82. km.
İnmeye başladığımda zemin ve gecenin de etkisi ile yavaş gidiyordum. Hemen arkamda Andreas vardı. 100 m kadar ilerideki koşan arkadaşı takip ederken durup arkaya doğru seslendiğini farkettim. Ne dediğini anlamadım ama sanırım işaret görmüyordu. Ben de görmüyordum. hemen Suunto'ma baktım. 150 metre kadar önce keskin bir sağa dönmemiz gerekirken düz devam etmişiz. Andreas'a söyledim ve geri dönüp tekrar rotaya bağlandık. Sanırım yavaş giderken insan daha az dikkat ediyor. Gerçi dönüş de yeteri kadar belirgin değildi. İki km bu şekilde gittikten sonra zemin biraz düzeldi ve sürekli kıvrılan bir patika ile tempomuzu arttırarak indik. Biraz aradaki mesafemiz açıldı. Şehrin içinden geçip (1800 metreler) tekrar tırmanmaya başladım. Anke'yi gördüm. Çok iyi tırmanıyordu. Ona ayak uydurmaya çalıştım. Ama 2200'lere gelince ikimizde yavaşladık. 2700'lerdeki kontrol noktasına vardığımızda epey yorulduğumu hissettim. Saat sabahın dördüne geliyordu. Uykum yoktu ama bir halsizlik vardı. Kontrol noktası aslında bir teleferik istasyonun restoran bölümü idi. Burada biraz dinlendim. Anke biraz durup devam etti. Sonra Andreas da gitti. Ben de kalkıp hazırlanırken içeriye Karmen girdi. Kafa lambasının aküsü (kalem pilli değil, şarj edilebilir kendinden pilli) bitmiş. Bir sonraki istasyonda erkek arkadaşı verecekmiş ama oraya kadar nasıl gideceğini bilemiyordu. Ben de benim lambamın aydınlatmasının geniş olduğunu, aydınlanana kadar beraber gidebileceğimizi söyledim. Bir arkadaşı daha geldi, ileride Anke'yi de yakalayınca dördümüz beraber indik

Dokuzuncu kontrol noktası, Maloja, 96. km.
Güneş aydınlatmaya başlayınca herkes kendi temposuna döndü. Herkes Maloja'da uyuyacağını söylüyordu. Benim uykuya ihtiyacım yoktu, daha 24 saat olmadan uyumak anlamsız gelmişti. Havanın aydınlanması ve zemin de koşmaya elverişli olmasından dolayı tempomu arttırdım. Gölü görmeye başladım. Gölün yakınına geldiğimde şehre girdim. Maloja'ya geldiğimi sandım, kontrol noktası yakınlarda bir yerdedir diye düşünürken şehrin içinden çıkıp asfalttan tırmanmaya başladım. Sonra da patika bir yola girip merkezden uzaklaştım. Kontrol noktasını dışarı almışlar diye düşündüm. Ama bir süre sonra orasının Maloja olmadığını kabullendim. Tekrar gölün kenarına inip sert zeminli bir yola girdim. Dizlerimde ağrı oluşmaya başlayınca tempomu düşürdüm. Maloja uzakta göründü, ama koştukça uzaklaşıyor gibi hissetmeye başladım. Neyse ki sonunda vardım. Gerçekten de birçok koşucu burada uyuyordu. Ben çok durmadan devam ettim. Savognin'den önce uyumam diye düşündüm, hem de çantalarıma kavuşmuş olacaktım :)

Onuncu kontrol noktası, Bivio, 110. km.
1803 m'deki Maloja'dan sonra 2645 m'ye tırmanıp 1769 metredeki Bivio'ya  gidiliyor. Önümde Gabi vardı. Bir süre beraber tırmandık. Ama 2600'lere yaklaştıkça benim tempom yine düştü. Uzaklaştı. Tepeyi aşıp 2000'lere indikten sonra uzun bir süre düz ve araç yollarından gidiyor rota. Bir iki km uzaklar dahi görülebiliyor. Burada giderken bir helikopterin saman balyası olduğunu düşündüğüm büyük balyaları alıp uzaktaki bir tepenin arkasında bir yere bırakmasını izledim. Sanırım bir inek çiftliğine helikopter ile yem taşıyorlardı. Demek ki dağlara nakliye bu şekilde yapılıyor. Stabilize yolu bitirince Bivio'ya varmış oluyorsunuz. Küçük şirin bir yer. Biraz dinlenip yola devam ettim.

Onbirinci kontrol noktası, Alp Flix, 119. km.
Çıkışlar, inişler, taşlar, topraklar. Bildiğiniz gibi işte. 9 km ama 2.5 saatinizi alıyor. Sabır... Bir restoranın önünde kurulu bir kontrol noktasıydı. Kola, peynir falan yedim. Genelde hep tatlı şeyler yiyordum ama artık midem kaldırmadığımdan tuzluya döndüm. Bardağıma da doldurup devam ettim.

Onikinci kontrol noktası, Demat, 128. km.
Yağmur başladı. Hemen yağmurluğumu giydim. Bir süre sonra iç kısmı terden dış kısmı yağmurdan ıslandı. Durduğumda üşümeye başlıyordum. Ayaklarım ve çoraplarım da doğal olarak ıslandı. Bir yerde şimşek çok yakınlara çakmaya başladı. Andreas ile bir kayanın kenarına sığındık ve geçmesini bekledik. 15 dakika böyle geçti. Ardından koşmaya devam edip ayrıldık. Uzun bir iniş ve Demat. Burası küçük bir barakanın içine konmuş bir iki sandalyeden oluşan bir kontrol noktasıydı. Çekirdek aile gelenler ile ilgileniyordu. Savognin'e fazla bir mesafe kalmadığından oyalanmaya da gerek yoktu. Biraz dinlenip devam ettim. Bazen Andreas ile koşuyordum.

Onüçüncü kontrol noktası, Savognin, 135. km. (2. Dropbag Noktası)
Bir önceki kontrol noktası ile arasında 7 km var ama bitmek bilmedi. Belki psikolojik ama sürekli varmak üzere olduğunuzu sanıyorsunuz, bir türlü varamıyorsunuz. Bir süre stabilize yoldan gittikten sonra asfalt zeminden inişe geçiyorsunuz. Epey asfalttan indikten sonra artık varmak üzere olduğunuzu sanıyorsunuz ama bir anda patikaya geçip yol ile şehir arasında paralel olarak sık ağaçlık bir single track patikada gidiyorsunuz. Hemen solda evleri görüyorsunuz ama yol bir türlü aşağıya dönmeyip düz devam ediyor. Yalnız giderken arkamdan birisinin geldiğini görünce nasıl olsa az kaldı, geçmesin diyerek koşmaya başladım. Yarım saatten fazla böyle gittikten sonra arkamdaki ile beraber gitmeye başladım. Fransız. UTMB'ye katılmamış ama defalarca arkadaşları ile o parkurda koşmuş. Ülkemizdeki yarışları anlattım. Patika bitti, ama hala varamadık. Bir süre daha stabilize yoldan gittik ve sonunda şehre girip Savognin'e ulaştık. Biraz sonra da Andreas geldi, uyumaya gitti.

Hava kararmak üzereydi. Tabi ki büyük bir huzur ve sevinç ile numaramı gösterip çantamı istedim. Aradılar, aradılar, aradılar... Bulamadılar. Hafiften gerilmeye başladım. Geçip bütün çantaların üzerindeki numaralara baktım. Benim çantam yoktu. İade edilenlere de baktım. Ama benim çantam yoktu. Genç bir bayan gönüllü arkadaş ilgileniyordu. Kendisine çok yorgun olduğumu, üşüdüğümü, Samedanda da çantamı bulamadıklarını, şimdi ise o çantaya çok ihtiyacım olduğunu söyledim. Çaresiz bir şekilde tekrar çantamın olmadığını söyledi. Organizasyondan bir yetkiliye giderek durumu anlatmaya gitti. Ben ıslak elbiseler ile soğuktan iyice üşümeye başladım. Salona geçerek bir köşeye oturdum. Kalabalıktı. Canım ne bir şey yemek ne de içmek istiyordu. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı, yağmurluğumu çıkardım. Gönüllü arkadaş geri geldi. Çantamın Davos'ta olduğunu bile teyit edemiyorlardı. Araba ile oradan göndermelerini istedim ama onu da yapamayacaklarını söyledi. Zaten gelmesi bir saatten fazla sürer. O, ihtiyacım olan şeyleri söylersem tedarik etmeye çalışayım dedi. Ben, kuru kıyafetlerim vardı dedim. O, bir tane gönüllü tişörtü verdi. Ben, çok yardımseversiniz dedim. Pamuklu bir tişört ile koşarsam hipotermiye girip gece karanlığında dağlarda ölebileceğimi söyledim. Sorumluluğu bana ait olmak üzere koşan arkadaşlarımdan isteyebilirsiniz dedi. Üzerimdeki kıyafetleri kurutabilir miyim dedim? Gitti ve saç kurutma makinesi buldu. Tişörtümde biriken 35 saatlik teri ve kokusunu saç kurutma makinesi ile ortama saldım. Ama bir türlü kurumuyordu. Sonra gönüllü arkadaş gelip kurutma makinesi bulduğunu, sorumlusu ile görüşüp kıyafetlerimi 30 dakikada kurutabileceğini söyledi. Tamam dedim, üstümdekileri çıkartıp verdim, Taytımı çıkarmadım. Çünkü göllü taytı yoktu.

30 dakika gönüllü tişörtümle gönüllü gibi oturup bekledim. Kıyafetlerini değiştirenleri, dinlenen, sohbet eden, bir şeyler yiyenleri gördükçe kendimi çok sefil hissettim. Aykut'un söyledikleri tekrar aklıma geldi. Önemli olan bitirmemdi, gerekirse ilerde birkaç saat uyuyabilirdim. Çok boktan bir durumda olabilirim ama önemli olan bu durumdan nasıl kurtulup yeniden yarışa dönebilirim ve bu yarışı tamamlayabilirim. Buna konsantre olmaya karar verdim. Uyku bölümünde birileri camları açtığı için buz gibi bir yerde uyumam mümkün değildi. Kıyafetlerim geldi, giyindim. Ayaklarıma çantamda küçük kilitli poşete biraz aldığım ayak kremimi sürdüm. Üzerine ıslak çoraplarımı ve ıslak ayakkabılarımı giydim. Biraz makarna yedim, enerji içeceğinden içtim ve yola çıktım. Hiçbir şey yapamadan boşu boşuna bir buçuk saat oyalanmışım.

Buraya gelir gelmez gps trackerımın pilini de değiştirdiler. Ve gps trackerım bir daha hiç çalışmadı. Sürelerimi Andreas'ın sürelerinden kaydettiler.

Ondördüncü kontrol noktası, Tiefencastel, 146. km.
Savognin'den çıktıktan sonra ısınmak için tempolu koşmaya çalıştım. Zaten yarışın kalanının tamamında buna çalıştım. Biraz ilerledikten sonra T121 yarışçılarından birisine yetiştim. Hava karanlık ve single track olduğundan peşinden giderek kendimi çok yormadan ilerlemeye karar verdim. Sonra bir anda dünyam değişti. Artık baktığım her yerde üç boyutlu bir şeyler görmeye başladım. Yerdeki su birikintileri bir at oluyor, ağaç dalları kuş... Etrafım uçuşan nesneler ile dolmaya başladı. Mesafe algım kayboldu. Önümdeki arkadaş ile yan yana gelince sohbet etmeye başladık. İlk defa 121 km'lik uzun bir yarışta koşuyormuş. Benim 200 km'lik parkurda koştuğumu duyunca respect dedi. Kaç saattir koştuğumu sordu. Ben uzun bir süre saatleri rakamları söyledim durdum ama bir türlü hesaplayamıyordum. Beyin terk. Durumumu açıkladım. Kendimi pek iyi hissetmediğimi, Tiefencastel'a varınca biraz uyuyacağımı söyledim. O hızlı gidemediği için benim önden gitmemi istedi. Dar ve çukurlarla dolu bir patikadan aşağıya iniyorduk. Bir yol geçişine geldik. Asfaltın üzerinden geçip yolun karşısındaki patikadan aşağıya devam edicez. Yolun kenarına gelince ayağımı bariyerin üzerine doğru kaldırmaya çalıştım. Ama o bir bariyer değilmiş, sadece beyaz kenar şeridi çizgisiymiş. Çaktırmadan devam ettim. Artık sadece önümdeki iki üç metreye konsantre olmaya çalışıyordum. Halüsinasyon ne demek onu da öğrenmiş oldum.

Üç saat yirmi dakikada Tiefencastel'a vardık. Gece karanlığında çok güzel bir görüntüsü vardı. İçeri girince uyuyabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Restoran bölümündeki koltukları gösterdiler. Hemen uzandım. Uyumuşum ama 20 dakika sonra titreyerek uyandım. Islak ıslak ancak bu kadar uyunuyormuş. Kalkıp bir şeyler atıştırdım. Tam kapıdan çıkarken Andreas içeri girdi. Asker arkadaşımı görmüş gibi sevindim. Gece bölümünü beraber koşalım dedim, tamam dedi. Yarışın kalanını birlikte koştuk.

Şimdi bakınca demek ki 40 saat uykusuz kalabilmişim. Bir daha bu kadar uzun koşarsam, 35-36 saat sonra 30 dakikalık bir uyku planlaması yaparak koşmamda fayda olacağını düşünüyorum. Sonrasında da her 10 saatte bir 30 dakika iyi olur.

Onbeşinci kontrol noktası, Lenzerheide, 160. km.
14 km'lik 1600 metrelere kadar çıkılan bir rota. Karanlıkta tempolu bir şekilde gittik. Yaklaştıkça uykusuzluk tekrar etkisini göstermeye başladı. Kramp haplarım kafeinli ama bitmesin diye çok içmemeye çalışıyordum. İçince bir süre idare ediyordu. Andreas ayağına masaj yaptıracağını, uyumak için iyi bir yer olduğunu söyledi. Vardığımızda ben 30 dakika uyudum. O da masajını yaptırdı ve ikimiz de güçlü bir şekilde yeniden koşmaya başladık.

Onaltıncı kontrol noktası, Hörnlihütte, 170. km,


1500'lerden 2500'lere doğru Andreas ile tırmanmaya başladık. Oldukça zorlu bir çıkış oldu. Tepeye yaklaşırken bulutların üzerine çıkmıştık. Hava aydınlanmaya başladı. Havanın aydınlanması enerji verdi. Kendime geldim resmen. Koşu arkadaşlarımı düşündüm. Çünkü birçoğu şu saatlerde Aladağlar Skyrunning'de yarışmaya başlamıştı. Kısa bir video çekip onlara selam göndermek istedim. O an çok yoğundu. Videonun sonlarına doğru boğazım düğümlendi. Sanırım fazla Enervit içmekten ;)


Bu kontrol noktası bir teleferik istasyonunun bodrum katındaki bir odada. İçeride kalorifer yanıyordu. Yaşlı bir çift bizim ihtiyaçlarımız ile ilgileniyordu. Yarım saat uyumaya karar verdik. Çantamı ve bir iki kıyafetimi kaloriferin önüne koydum. Yerdeki matlara yatıp uyuduk. 25 dakika sonra birden fırladım. Arkadaşımın nerede olduğunu sordum. Gülmeye başladılar. Tuvalete gittiğini, henüz 30 dakika olmadığını söylediler. Olsun dedim, kalkıp bir şeyler atıştırdım. Birkaç foto çektim etraftan. Sonra çıktık ve devam ettik.


Onyedinci kontrol noktası, Arosa, 181. km,
Hörnlihütte'den çıkınca bir tepeye daha tırmandık. İlk defa yamaçlarda kar gördüm. Büyük bir restorana benzer bir yerin yanından geçip inmeye başladık. Bir süre single track bir yoldan gittikten sonra iniş koşulabilir bir yoldan devam etti. Arosa güzel bir kasaba. Neden yarışı burada organize etmemişler diye düşündürdü. Daha modern, daha renkli, insani açıdan daha sıcak, halk da daha ilgili. Kontrol noktasında da çok ilgilendiler. Çanta problemimden bahsedip kendimi acındırınca daha da bi ilgilendiler. Keşke daha öncekilerde de böyle yapsaydım. Buraya geldiğimde gps trackerımın bozuk olduğunu, kiminle koşuyorsam onun sürelerinden benimkileri kaydedebileceklerini söylediler. Böylece Savognin'den sonraki sürelerimi Andreas'tan kopyaladılar. Gökhan Akpınar mesaj atarak sistemde görünmediğimi, ne durumda olduğumu sordu. Ben de iyi durumda olduğumu ve Andreas'ın numarasından takip edebileceklerini, 20 km kaldığını ama 6 saate anca bitirebileceğimi yazdım.

Onsekizinci kontrol noktası, Jatz, 192. km,
Arosa'dan çıkarken 23 km yolumuzun kaldığını söyleyip 5-6 saatte varabileceğimizi söyledim. Ama Andreas en az 8 saat sürebileceğini, Strelapass'ın dimdik bir çıkış olduğunu söyledi. Moralim altüst oldu. Kendimi çok kötü hissettim. Hızım düştü. Andreas önden gitmeye başladı ve bir ara durup bana küstün mü diye sordu. Ben de kendime geldim. Hayır dedim, sadece düşünüyorum dedim. Bana süreyi unut dedi, sadece bitireceğiz dedi. Sonra enerjimi yükseltmeye karar verdim. Pozitif şeyler düşünmeye başladım. Çok iyi geldi. Hızlandım, arkadaşıma da enerji vermeye çalıştım. Güzel gitmeye başladık. Ve Jatz'a ulaştık.
Barakadan basit bir yerdi. Kapısı yoktu. İçerde yerde yatan bir koşucu vardı. Üzeri örtülü idi ama ayakkabıları ve çantasından tanıdım. Karmen. Çok taktir ettim, iyi gelmiş buraya kadar. 15 dakika power nap yapmak istemiş. Biz mataralarımızı doldurup ufak tefek bir şeyler atıştırıp devam ettik.

Finish, Davos 200. km,
Jatz'dan sonra kısa bir süre hafif tırmandık ve Andreas'ın dediği tırmanışı karşımda duvar gibi gördüm. 1 km uzakta olmasına rağmen bütün heybetiyle karşımda duruyordu. Tırmananları görüyordum. Zikzak çiziyorlardı. Karşıdan da inen yürüyüşçüleri görüyordum. Yamaca geldik. Dereyi geçtik. Çarşaklı zeminden tırmanmaya başladık. Arkadaşımın ayağındaki problem ve yorgunluk, onun yavaş çıkmasına sebep oluyordu. İki buçuk gündür aynı kıyafetler ile koşuyordum ve fena halde ıslak oldukları için yavaşlayınca üşümeye başlıyordum. Sürekli hareket etmem gerekiyordu. Arkadaşımı da teşvik ederek sorunsuz bir şekilde Strella'ya tırmandık. Tepedeki kulübeyi görünce bitirmek üzere olduğumuzu iyice hissettim. İnişe geçtik. Daha önce buraya kadar çıktığım için son beş km'yi iyi biliyordum. Bir-iki km yağmurdan açılmış kanal gibi toprak yollardan inip, geniş bir patikaya geldik. Otelin yukarısındaki restoranın yanından geçip 500 metre asfalttan koştuk. Shatzalp Otelinin yanından patikaya indik. Hergün onlarca yürüyüşçünün kullandığı patikadan aşağıya iki km kadar indik. Davos'un sembolü sayılabilecek büyük kilisenin yanına ulaştık. Bu yoldan da dümdüz inince asfalta ulaşıp finishe geldik.
Daha önce bu yarışın onun rüyası olduğunu söylemişti. Kilisenin yanından geçerken ona önden gitmesini, finishte fotoğraf çekeceklerini, tek başına bu duyguyu yaşamasını söyledim. İtiraz etti ama ısrar ettim. Çok teşekkür etti. Yolun sonunda eşi göründü, selamlaştık. Oraya ulaşınca ben durup yürümeye başladım. Onun geçtiğini gördükten sonra da ben koşarak finishten geçtim. Beraber fotoğraf çekildik. Kucaklaştık. Zor bir ultramaratonu beraber bitirdik. O anda sevincimi paylaşabileceğim bir arkadaşımın olması iyi geldi.


Finisher tişörtümü, alkolsüz bira ve hotdogumu alıp bir kenara çekildim. Yedim ve çantalarıma kavuşabilmek umuduyla spor salonuna gittim. Titremeye başladığımdan koşmak zorunda kaldım. Yarış bitmişti ben hala koşuyordum. Spor salonuna geldiğimde çantaların olduğu yerde kimse yoktu ama çantalarımın üçü de oradaydı. Alıp duş ve masaja gittim. Titremem ne duşta ne de masajda geçmedi. Bir süre orada yattım. Sonra kalkıp pizza yemeye gittim. Basit bir pizza söyledim, 18 frank. Boğazım kötü olduğundan hepsini yiyemedim. Keşke o kadar para vermeseydim diye düşündüm. Bir çorba daha iyi olurmuş. Ama gurbet ellerde nerede bulabilirsin ki Taner ağabeyin mercimek çorbasını.

58 saat 32 dakikada 200 km ve 11.440 metre toplam tırmanışlı bu yarışı da bitirmeyi başarmış oldum. Erkeklerde 163 kişi başlamış. 81 kişi bitirebilmiş. Ben 64. olmuşum. İleride koşacaklar için 53-54 saatlik bir hedefleri olursa rahatlıkla bitirebileceklerini düşünüyorum. Tabii dropbag problemi yaşamazlarsa.

Organizasyonun eksikleri var. O kadar popüler bir yarış olmamış henüz ama katılımcı sayısı da hiç fena değil. Gönüllüler mükemmel. Doğa harika. Basit bir yarış değil. Kendinizi iyi tanıyorsanız sorun yaşamazsınız. Beklentileriniz çok yüksek değilse, sadece 200 km'lik bir yarışta koşmak istiyorsanız tavsiye ederim.

Bunun dışında yazacak çok şey var ama uzun bir yazı oldu. Sormak istediğiniz soruları dincerkose@gmail.com adresimden gönderebilirsiniz.









Zugspitz Ultratrail 100K, 5400 mt

0 yorum



İlk yurt dışı ultramaraton deneyimimi de yaşamış oldum :)

2014 Kasım ayında yeni yıl için kendime yurt dışında koşulacak güzel bir ultra maraton araştırdım. Ağustos ayında koşulacak bir yarış bulduktan sonra buna hazırlık olması için öncesinde koşulacak iki ultra daha buldum.

Bunlardan birincisi İznik Ultra idi. Nisan ayında koşup tamamladım. İkincisi ise Zugspitz Ultratrail 100K idi. Bunu da koşup tamamladım. İleride koşmayı düşüneceklere bilgi olması amacıyla burada aklımda kalanları paylaşacağım.

Yarış 20 Haziran Cumartesi olduğundan birkaç gün öncesinde giderek havasına, ortamına, parkuruna alışmayı düşündüm ve Salı gününe Münih'e biletimi aldım. Münih'ten Grainau'ya iki tren ile gidiliyor. Tren biletini önceden almaya gerek yok. Kalacak yer olarak da Grainau'nun içinde bir Gästehause ayarladım. Grainau'ya gelince de gördüm ki hemen hemen bütün evler misafirhane şeklinde. Hepsinde kiralık boş oda ilanı var. Almanya'nın en büyük kayak merkezlerinden biri olmasına rağmen hiç otel yok. Evlerde iki katlı, en fazla çatı katı ile üç katlı görünüyorlar. "Ne acayipler di mi!"

Bavyera bölgesi geçmişlerine çok bağlı. Yaşam tarzları, konuşmaları, evleri, yeme içme alışkanlıkları ile geçmiş alışkanlıklarından çok da kopmadan yaşamaya devam ediyorlar.

Grainau çok küçük bir yer. Her şeyden bir tane var. Bir tane park, meydan, market, sosyal merkez vb. Bunlar da Çarşamba ve Pazar günleri kapalı. Bir çoğu gündüz 9-18 arası açık ama 13-15 arası kapalı.
6-7 km mesafede Garmish-Partenkirchen diye başka bir ilçeleri var. Burası nispeten daha büyük. Merkezi yerlere vasıtlar da buradan hareket ediyor.

Aynı parkurda, farklı noktalardan başlayıp Grainau'da biten altı farklı mesafede yarış düzenleniyor. Ben Ultratrail 100K parkuruna kayıt oldum. Daha sonra Bahadır İşseven ve Soner Ulutan da ultratrail parkuruna, Nesrin İşseven, Aytuğ Çelikbaş ve Mehmet Yıldırım supertrail 80K parkuruna kayıt olunca toplam 6 kişi olduk. Tanıdık birilerinin de orada olması çok pozitif etki ediyor.

Uçak indikten sonra macera da başladı. Önce valizimi kendi valizleri sanan şirin bir aile, benimkini alıp gidince havaalanında dönmelerini beklemek zorunda kaldım. Neyse ki 4 saat sonra geri geldiler. Dolayısı ile Grainau'ya kadar giden son treni  kaçırdım. Garmisch'e kadar gidip Grainau'ya taksi ile geçmek zorunda kaldım.

Kalacağım adrese geldiğimde tek katlı bir baraka ile karşılaştım. Yandaki evin mutfağındaki kadına el sallayınca kapıya çıktı. Adres ve ismi gösterince o benim dedi. Tek kelime ingilizce bilmiyordu, ben de dört-beş kelimelik almancamla dediklerinden pek birşey anlayamıyordum. Ama her şeye evet dediğim için anlaşmak çok zor olmadı. Bana odamı, kahvaltı salonunu, banyoyu gösterdi. Çok güzel, temiz ve şirin bir ev. Çok hoşuma gitti. Geç olduğu için yerleşip yatıp uyudum.

Çarşamba sabahı lezzetli bir kahvaltı yaptıktan sonra giyinip rotayı tanımak için koşmaya çıktım. Rotayı Oruxmap'e yüklediğim için hiç kaybolmadan rahatlıkla koşabildim. İlk önce başlangıçtan birkaç km gittim, pek hoşuma gitmedi. Kestirme bir yol bulup dönüş rotasından geriye koşmaya karar verdim. Başlangıçta zaten bir dünya insan olacak. Dönüşte yalnız olma ihtimalim var. Hem de yolu bilirsem son bölümü daha rahat koşarım diye düşündüm.

Dönüş rotasından geriye doğru koşunca hep tırmanmak zorunda kaldım. Ama orman, ağaçlar, patika, hava, oksijen vb. etkilerden dolayı kendimi kaybedip son kontrol noktasına kadar çıkmışım. Yaptığımın hata olduğunu Emre Tok'un facebook'taki uyarısından sonradan anladım. Bahar Hoca sadece rahat ve kısa bir jog yazmıştı. Ben bildiğin yokuş antrenmanı yapmış oldum. Çıkmak ve inmek iyi geldi ama koşu sonrası sol dizimde bir ağrı başladı. Duş alıp öğle yemeğini hallettikten sonra Eibsee Gölüne gittim. Koşu az gelmiş gibi gölün etrafını da yavaş yavaş yürüdüm. 7 km. Zugspitz zirvesine çıkan teleferik burada. Göl, dağın altında inanılmaz güzel ve büyüleyici görünüyor. Muhtemelen dağdan gelen temiz sular ile sürekli beslendiği için gölün suyu içilecek berrak.

Perşembe de aradaki köylerin içinden geçen patikaları takip ederek Garmisch'e kadar yürüdüm. Garmisch daha büyük ve eğlenceli bir yer.

Cuma, kayıt işlemlerimizi tamamladık. Yarış kiti, çanta, jeller, flesk suluk ve daha bir sürü hediye ile kayıt parasını çıkardık. Fuar açıldı. Küçük ama yeterli bir fuar oldu. Mammut'un MTR 201 trail ayakkabılarını çok sevdim. Bir gün denemek isterdim. Cuma fazla yürümedim :) Salomon'un 20 € değerindeki indirim kuponunu da değerlendirdim. Fiyatlar yaklaşık yüzde yirmi indirimli idi. Ama kur farkından dolayı TL'ye çevirince Türkiye'de daha ucuza alabileceğim bir fiyata geliyordu.

Aynı zamanda makarna partisi ve kamçılı, müzikli gösteriler de yapıldı. Brifing verildi.

Ayakkabı olarak Speedcross 3'leri seçtim. Çünkü öncelikle Elena bir sene önce burada başarı ile bu ayakkabı ile koşmuştu. Benim Çarşamba günü yaptığım deneme koşusunda da zemine çok iyi tutunduğunu gördüm. Eğer Slab ultra softground'larım olsaydı tercih edebilirdim. Ama özellikle inişlerde speedcrossları seçtiğime çok mutlu oldum.

Cumartesi sabahı yarış alanı girişinde çanta kontrolü yapıldı. İki-üç şeye bakıyorlardı. Bir tanesi handy idi. Alman görevliye defalarca ne demek istediğini sorduktan sonra çantamı açınca en üstte cep telefonumu görünce okey dedi ve kontrolü geçtim.

Bahadır ile start fotoğrafımızı çekildik. İşaret verildi ve yarış başladı. Aslında başlamamış. Çünkü önümüzde gösteri korteji ilk sokağı geçene kadar yürüdü. Sokağın bitimine doğru ayrıldılar, kontrol bantının üzerinden geçtik ve koşmaya başladık. Yağmur da başladı. Yarış bitene kadar da hiç kesilmedi. Sokakları dönüp patikaya girince bir grup inek de aramıza katılıp koştu. İlk defa benden daha yüksek bir inek gördüm.

Yarışın ilk dört saatini Bahadır ile beraber koştuk. Daha sonra İsviçre'deki yarışta koşmam gereken tempoya düştüm. Sonuçta bu yarış bir test olacaktı benim için. Bundan sonra Bahadır'ı bir kere de dropbag noktasında gördüm.

Çok hızlı gitmeden kontrollü bir şekilde tırmanmaya başladık. Zemin yağmurdan dolayı oldukça yumuşaktı. İlk kontrol noktası Eibsee Gölü yakınında. Orman içinde dar patikalarda rahat bir şekilde geldik. Su veya gıda ihtiyacımız olmadığından hiç durmadan devam ettik. Seyirciler ve çan sesi çok güzeldi.

Bir iki ufak tırmanıştan sonra bir kayak pistine vardık. Çim zemin üzerinde oldukça dik bir tırmanış idi. Burada batonlarımı kullanmayı öğrendim. Benim için ilklerden biriydi. Tırmandıkça uzuyormuş gibi geliyordu. Bitmek bilmedi. Manzara mükemmeldi. Bir noktadan sonra sağdan tekrar patikalara daldık, küçük bir tepe ve dar-çamurlu geçişlerden sonra başka bir kayak pistinden biraz aşağı inerek ikinci kontrol noktasına vardık.

Burada da fazla oyalanmadan ikmallerimizi yaptık ve pisti yanlamasına geçerek tekrar patikalara daldık. Ormanın içinden kesik dallar, ağaçlar arasında bir miktar aşağıya indik. Hızlı indiğimizi farkedince Bahadır'ın uyarısı ile biraz tempo düşürdük. Sonuçta yarışın daha başı sayılırdı. Zaten biraz daha gittikten sonra tırmanmaya başladık. Hava sisli ve soğuktu. Yağmurun hiç kesilmediğini söylemiş miydim?

Üçüncü kontrol noktasına geldiğimizde uzun alt ve üst giymenin zorunlu olduğu belirtildi. Ben zaten uzun başlamıştım ki :) Yarışın başında don atlet ve minicik bir sırt çantası ile başlayan pro'yu düşündüm. O minik çantasının neresine sokmuştu alt ve üst uzun giyeceklerini diye. Neyse.

Devamında tempomu düşürüp İsviçre'yi düşünmeye başladım. Bahadır gözden kayboldu. Sıkı tırmanıyorduk. Yükseldikçe karla karışık yağmura döndü. Daha sonra epey uzun bir iniş sonrası dördüncü kontrol noktasına vardım. Saatime baktığımda buraya kadar dakik bir şekilde tutan ara mesafe ve süre hedeflerim dördüncü kontrol noktasında saptı. Hem süre hem mesafe kısa çıktı. Ben suçu saatime bulsam da yarış sonrası öğrendiğime göre tepe noktasına çıkmadan başka bir yola sokmuşlar bizi ve parkur biraz kısalmış. Saatimin suçu yokmuş ama ne kadar kısaldığını bilemediğimden ve o anki yarış psikolojisinden tahmin edemediğimden bir daha da saatime bakmamın bir anlamı kalmadı.

Dördüncü kontrol noktasından çıkınca yine tırmanmaya başladık. Buradaki tırmanışı iki etaplı düşünebilirsiniz. Yarısı, ilk etap, ara ara koşma imkanı da veren manzarası çok güzel, kimi yerde ağaçların arasından kimi yerde düz yollardan giden bir bölüm. İkinci etap yani tepeye çıkan yolun ikinci bölümü gerçekten çok yıpratıcıydı. 2048 metredeki zirveye çıkarken bir noktada durmak ve nefes almak zorunda kaldım. Sonuçta antrenmanlarını 0 rakımda deniz kenarında yapan biriyim. Baktığımda dağların üst kısmı karlı, alt kısımları yemyeşil görünüyordu. Koşucuların tek sıra halinde batonlarına asıla asıla çıkmalarını izleyebiliyorsunuz. Kısa bir video çekip devam ettim ve devam ettim.

Zirvede de foto ve video çektim. Biraz etrafımı seyredip anın tadını çıkardım. Üşümeye başlayınca koşmaya devam ettim.

Zirveden iniş en zor bölümlerden biriydi. Çünkü çimde koşuyorduk ve yerler aşırı kaygandı. İki kere düştüm. Speedcross da bir yere kadar yardım edebildi. Çim bittikten sonra single track dediğimiz bir kişinin geçebildiği bir parkurdan inmeye başladık. Döne döne, merdiven gibi bir iniş yolu vardı. Beşinci yani dropbag noktasına varmam epey zamanımı aldı. Bu dönerek ve bazı yerlerde ağaç köklerinin üzerinde zıplayarak gittiğim bir bölümde sağ dizimi sakatladım. IT bandın diz kemiklerine değdiği yerde şiddetli bir ağrı başladı. Hemen o bölgeye biraz masaj yapıp esnettim. Esnetince rahatladı.

Beşinci kontrol noktasına vardığımda çantamı almadan önce bir şeyler yemek ve içmek istedim. Bahadır da çıkmak üzereymiş. Yanıma gelip üzerimi değiştirmemin iyi olacağını söyledi. Karnımı doyurduktan sonra çantamı aldım. Çok oyalanmadan bırakıp çıktım. Küçük, kalabalık ama yeterli bir yer hazırlamışlar. Değişme kabini var mıydı bakmadım ama varsa da kullanmayanlar vardı.

Yarışın bundan sonraki bölümü epey düzdü. Asfaltta, toprak yollarda tırmanmadan ya da inmeden epey mesafeler kat ettik. Ama sağ dizim ara ara kendisini hatırlattı. Bir kısmı düz olsa da batonlarımla gitmek zorunda kaldım. Dizime fazla yük bindiremiyordum ve esnetmek zorunda kalıyordum. Birçok koşucu bu kısımda yanımdan geçip gitti.

Sekizinci kontrol noktasından sonra yine dik bir tırmanış başladı. Tırmanmayı sevmeye başladım. İnmekten daha kolay geliyordu. Yağmurun hiç kesilmediğini söylemiş miydim? Artık ne acı, ne de başka birşey hissetmemeye başladım. Bir ara kendime dışarıdan baktığımda epey gergin olduğumu gördüm. Moralimi toparlamak için etrafı seyredip "bir daha ne zaman gelicem buralara, biraz tadını çıkartayım" dedim. Kendimi daha iyi hissetmeye başlayınca tırmanmaya devam ettim.

Dokuzuncu kontrol noktasına gelince rahatladım. Çünkü son bir tepeyi çıkıp, inip, tekrar buradan geçip aşağıya sallanacaktık. İyice karnımı doyurdum, ne de olsa sisli ve karlı bir tepeye tırmanacaktım. Hava da kararmaya başlayacak belki son bölümü karanlıkta koşacaktım. Toparlanınca işaretleri takip ederek ilerledim. Ama yol tepeye değil aşağıya dönüyordu. Teleferik istasyonunun altına döndüğünü görünce durup geriye baktım, sağa sola baktım. Herkes bu yoldan gidiyordu. Tepeye çıkan yol şerit ile kapalıydı. Ve duruma uyandım. Son tepeyi parkurdan çıkarmışlar, direk aşağıya inip finish'e gidiyorduk. Bir anda içimi bir sevinç kapladı. Ne de olsa iniş yolunu da biliyordum.

İniş keskin ve kısa dönüşlerden oluşuyordu. İlk bölümü nispeten sert kayalardan oluşuyor. Sonra yumuşak ama dar. Teleferik hattının altından geçince bir miktar çim ve geniş bir alandan geçip yine yumuşak bir zeminden geniş güzel bir iniş bölümü başlıyor. Son bölümde de kaygan ve geniş bir yoldan geçip derenin kenarından gidip kilisenin yanından asfalta bağlanıyor.

Saldım gitti. Sanki tepeden aşağıya yuvarlanmış bir taş gibi gidiyordum. İniş single track olduğu için nefes alış verişimi duyan kenara çekilip yol veriyordu. Bir tanesi yol vermek yerine benim önümde bir süre koştu. Ama baktı ki kendisinden daha deli birisi, kenara çekilip geçmek ister misin dedi. Ben de teşekkür edip uzaklaştım. Yokuşun sonlarına doğru Nesrin'le karşılaştım. Selamlaştık ama duramayacağımı söyledim, zira arkamdan iki kişi geliyordu. Yarış boyunca defalarca bu arkadaşlar ile karşılaştım. Son bölümde benden daha iyilerdi asfalta inince beni geçtiler.

Asfalt demek yarış bitti demek sayılırdı. Normal bir tempoda koşmaya devam ederek, camlardan, yol kenarından alkışlayanlara teşekkür edip, güle oynaya finishe vardım. Kendimi çok iyi hissediyordum. Finishte Aytuğ karşıladı. Tanıdık birini görmek ve sevincimi onunla paylaşmak çok güzeldi. Fotoğraf çekildik. Biraz dinlendik ve masaja gittik.

Organizasyondan gelen maile göre yarış 90.9 km uzunluğunda ve 4.500 metre toplam tırmanış ile bitmiş. Son tepeyi sis ve kardan dolayı gece karanlığında kimseye bir zarar gelmemesi için çıkarmışlar.


Duş alıp üstümü değiştirdim. Masaj ikinci kattaydı. Merdivenleri batonlarımla çıktım. Çünkü sağ dizim artık taşımak istemiyordu beni. 22 € ödemesini yapıp bacaklarımı masöz arkadaşa teslim ettim. 20 dakika sonra artık yürüyebiliyordum, mucize :)

Anlatacak daha çok şey var ama onları da soranlara aktarayım.

Beni bu yarışa hazırlayan Bahar Saygılı hocama çok teşekkür ederim. Benim bu sporu kendimi öldürmeden, süründürmeden, keyif alarak yapmamı sağlıyor.

Şirketim Teknopark İstanbul A.Ş. vermiş olduğu destek ile motive olmamı sağlıyor. Spora ve sporcuya verdiği destek ile örnek, modern ve yenilikçi bir kuruluş olduğunu gösteriyor.

Özellikle Genel Müdür Yardımcımız Ahmet IŞIK, sporcu geçmişinden dolayı halimden anlıyor, ilgi ve alakasını eksik etmiyor. Umarım şirketimizde de birkaç arkadaşı koşmaya teşvik edip başlatabilirim.

Hafta sonları beraber koşarak hazırlandığımız, birbirimizin motivasyonunu arttıran, destek olan, can ciğer kuzu sarması Çekmeköy grubu arkadaşlarıma ve aktardığı bilgi-tecrübe üstadlarıma da çok teşekkürler.

13 Ağustos, Swiss Irontrail'de görüşmek üzere :)

İznik Ultra Maratonu, 136 km, 2015

0 yorum




İznik Ultramaratonu, İznik Gölünün çevresinde geçen, Geçen sene ilk defa katıldığım bu yarış sonrası feribotta Bakiye Abla'nın söylediği sözleri hep aklımda tuttum. "Yavaş". Bu sene ne olursa olsun, tempomu koruyarak, enerjimi parkurun tamamına yayarak ilerlemeye karar verdim ve artık Bakiye Ablanın ne demek istediğini çok iyi anlıyorum.

Yarışa yine Bahar Saygılı'nın düzenlediği antrenman programları ile hazırlandım. Arada koştuğum Çekmeköy yarışlarına baktığımda fena bir hazırlık dönemi geçirmedim. Çeşitli mazeretlerden dolayı koşamadığım antrenmanlar, yarışların son bölümlerinde eksiliğini hissettirdi. Özellikle şehir içinde, deniz seviyesine yakın oturmamdan dolayı patika ve tırmanış antrenmanlarım hep eksik kalıyor.

2015 için hedeflediğim üç yarışın iki tanesi yurt dışı yarışları. Çalıştığım firma Teknopark İstanbul A.Ş. bu seneki hedeflediğim yarışlar için sponsor olma sözü verdi. Geleceğin teknolojilerini geliştirme konusunda firmalara her türlü altyapı imkanları sağlayan yenilikçi bir firma olduğunu, bu alanda da göstermiş oldu. Umarım ultramaraton koşan diğer arkadaşlarımın firmalarına da örnek olur.

İlker Laçalar da Bahar hocadan program aldığı ve hız-nabız değerlerimiz hemen hemen aynı olduğu için yarışı birlikte koşmaya karar verdik. Hız ve çene olarak uyumlu olmamız, rahat bir koşu süresi geçirmemizi sağladı.

İznik'te geçen sene olduğu gibi bu sene de çadırda kalmaya karar verdim. Kamp alanında tuvalet, duş, güvenlik ve manzara dahil her şey mükemmeldi. Start çizgisine ve fuar alanına 50 metre mesafede olması bulunmaz nimet idi. Çok rahat ettim. İlker'ler Çekmeköy ekibi olarak kiralık bir evde kaldılar.


Bu sene çantamı mümkün olduğu kadar hafiflettim. Zorunlu malzemeler dışında iki nugalı çikolata ve her ihtimale karşı bir adet jel ile bir adet çubuk kraker aldım. Kontrol noktalarındaki yiyecekler yetiyor ama şekeriniz düştüğünde ya da enerji ihtiyacınız olduğunda çok faydası oluyor. Drop-bag'e de iki tane bıraktım.

Ayakkabı olarak yumuşak tabanlı olmasından dolayı NewBalance Leadvile 100'leri tercih ettim. Ama içindeki taban çok ince olduğu için, Asics'lerimdeki tabanı buna takarak giydim. Cappadocia Ultratrail'de de bunlarla çok rahat etmiştim. Normalde altlarında diş olmasına rağmen çok miktarda antrenman ve yarış yaptığım için diş miş kalmamış. Bunun acısını yarışta çok çektim.

İznik'e girince yolların halen yapılmamış olması çok şaşırttı. Bu kadar kötü beklemiyordum. Altyapılar tamamlandıktan sonra asfalt işlemleri yapılacakmış. Demek ki su, elektrik, telekomünikasyon ve doğalgaz altyapıları henüz bitmemiş. Seneye gelip tekrar kontrol edicem :)

Kayıt işlemleri ve çanta kontrolü hızlıca bitti. Fuar alanı çok güzel ve eğlenceli idi. Dostlar ile sohbet ve muhabbetten sonra çadıra gidip sekiz-on arası uyumaya çalıştım ama olmadı.

On ikiye doğru hazırlanıp çadırı kapatıp çıktım. Herkes çok neşeli görünüyordu. Bi gülümseme, bi neşe, bi hareketlilik, bi özçekim hali... Henüz kimsenin parkurdaki değişiklikler, çamur, basit gibi görünen ilk tırmanışın dikliği, son bölüme eklenen tırmanış ve çamurlu bölüm hakkında bir fikri yoktu.

Gece yarısı on ikide start verildi ve yarış başladı. Alkışlar ve sesler çok motive ediciydi. İznik halkı biraz daha sahiplenmiş gibi geldi, umarım seneye daha fazlası olur.

Önden bir grup hızlıca açıldı gitti. Biz de İlker ile en sonlarda başladık, biraz hızlanıp ön grubun arkalarında kalmaya çalıştık. Bizi yormayan uygun bir tempo tutturunca da havamızı bulduk.

İlk kontrol noktası Dikilitaş'a geldiğimizde su doldurma ihtiyacımız olmadığı için durmadan devam ettik.

Boyalıca'ya kadar rahat bir tempoda geldik. Zamanın ve kilometrelerin nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Boyalıca'dan çıkarken ara sokaklardan patikaya doğru tırmanmaya başladık. Evlerin arasından köpekler havlarken bir tanesi koşarak yakınımıza kadar geldi. İlk defa koşarken bir köpek bu kadar yaklaştı. Yaklaştığı mesafenin rekorunu ilerleyen kilometrelerde başka köpeklerin kıracağını tahmin etmemiştim.

Patikalardan tırmanırken İlker'in ihtiyaç gidermesi gerekti. Ben jel etkisidir diye düşündüm. Çünkü gün içinde aynı şeyleri yedik. Neyse ki sonrasında rahatladı. 25. km'de ilk dik tırmanış noktamıza geldik. Bu kadar dik olmasını beklemiyordum. Dört çeker bir araç ile tırmanmanın ustalık isteyeceği türden bir tepe. Yavaş yavaş çıktık.

Ilıca kontrol noktasına 38. km civarında vardık. Tolga Güler, Özgür Öktem ve Murat Akkaya ile dört yabancıdan oluşan bir grubun önümüzde olduğunu biliyorduk. Ama nasıl olduysa Ilıca'ya beraber girdik. Suyundan mı havasından mı bilmem ama nedense benim en sevdiğim kontrol noktası. Buradan da hızlıca çıktık. Ama bu grup bizi tekrar geçerek devam edip gittiler.

Örnekköy'e kadar 19 km'lik uzunca bir mesafe vardı. Sakin sakin koşarak sabahın ilk ışıkları ile vardık. Gün ağarırken sanki koşuya yeni başlamış gibi hissetmeye başladım. Kontrol noktasına girmeye 100 metre kala küçük beyaz bir kaniş köpek bana havlamaya başladı. Durunca duruyor, koşunca yanıma gelip havlıyordu. Birkaç kez aynı şeyi yapınca ben de onunla ilgilenmeyi bırakıp kontrol noktasına ilerlemeye çalıştım. Tam bu sırada arkamdan gelmiş ve dişlerini geçirmek üzere iken İlker farketmiş. Bağırması ile köpek uzaklaştı. Böylece havlayan köpek yaklaşma rekorunu bu minik kaniş elde etmiş oldu.


Örnekköy aynı zamanda drop-bag noktası olduğundan çantamdan kısa kollu ve firmamın logosunu taşıdığım "Teknopark İstanbul" baskılı tişörtümü çıkarıp giydim. Powerade'imi kafaya dikip bir iki şey atıştırdım ve koşmaya hazırlandım. Tam kontrol noktasından ayrılırken önümüzde olduklarını sandığımız grup geldi. İkinci defa işaretleri kaçırmışlar. Bunlar olağan şeyler. Önemli olan bırakmadan, demoralize olmadan mücadeleye devam edebilmek. Azimleri olağan üstüydü.

Örnekköy'de çıkarken İlker ile kalan parkuru nasıl koşacağımız konusunda biraz kafa yorduk. Sölöz'e doğru yaklaşık 15 km'lik düz bir parkur olduğunu, daha sonrasında asıl tırmanış ve iniş parkurlarının başladığını, eğer burada tempomuzu uygun bir şekilde düşürmeden devam etmemiz gerektiğine, parkurun kalanında herkesin aynı hızlarda koşmak zorunda kalacağını düşündük.

Gölün kenarından güneşin doğuşunu seyrederek parkurun en güzel ve düz bölümlerinden birini keyifle koştuk. Tekrar köpek kovaladı. Bu seferki kangala benzeyen iri cüsseli bir köpekti. Kendi alanını koruyordu ama biz yoldan geçerken havlayarak yakınımıza kadar geldi. Biz de kendisine yaptığı bu hareketin gereksiz olduğunu, çatışma istemediğimizi, köpek dostu olduğumuzu ifade edip uzaklaştık. Anladı. Anlamasaydı muhtemelen 100 metrede personal best'imi yapabilirdim.

Sölöz'e geldik. Buradan itibaren artık yarışın en zorlu iki tırmanışından ilkine başladık. Yükseldikçe göle yüksekten bakıp keyiflendik. Ağaçlar çok değişik tonlarda yeşil ve çok güzel görünüyordu. Heyelandan kaymış kayaların üzerinden geçtik. Yol sürekli kıvrılarak gittiğinden geçtiğimiz bölümleri değişik açılardan izleyebiliyorduk. Yorgunluğun etkisi ile goproya kaydetmedim. Kaydetseydim çok güzel bir hatıra olacaktı. Artık yarışlarda gopro taşımayacağım. Durup çantamdan çıkartmak zor oluyor. Bir de bunu düşünmek istemiyorum. Neyse. Oflaya puflaya tırmandık durduk. 80. km'den sonra inişe geçtik. Ama inmek de o kadar kolay olmadı. Suyumuz bitti. Yol kenarından akan minik derelerden ve bulduğumuz çeşmelerden su doldurup içtik. Yaklaşık 89. km'de Narlıca'ya ulaştık.


Narlıca'nın sokaklarında biraz döndükten sonra kontrol noktasına geldik. 46 km koşacak arkadaşlar da gelmişlerdi. Biz köşeden görününce öyle bir alkışladılar ki, o anı ömür boyu unutamam. Kendimi çok iyi hissettim. Hepsinin ellerine yüreklerine sağlık. Sanırım iyice kendimden geçmişim ki suları doldururken Gökhan Akpınar gelip beni tanıdın mı dedi. Neden öyle dedi diye düşünürken ismini unuttum :) tabiki olm dedim, sorun yok.. Sonra Muazzez Özçelik gelip nasıl olduğumuzu bir sorun olup olmadığını sordu ve çok iyi gittiğimizi söyledi. İlgilenmesi gerçekten iyi hissettirdi. Tanıdıklarla selamlaşıp fazla oyalanmadan koşmaya devam ettik. Bir süre asfalttan koşup yine asfalttan tırmandık. Dizlere pek iyi gelmiyor.

Müşküle'ye biraz iniş ve çıkış ile 94. km civarı vardık. Halk yine merakla neden koştuğumuzu soruyordu. Sanırım önümüzden pek fazla koşucu geçmemişti. Oturmuş sohbet eden teyzeler başka bir yolu gösterip oradan gitmemiz gerektiğini söylüyorlardı. Biz de hayır, işaretler burayı gösteriyor dediğimizde onların gösterdiği yoldan gidersek tırmanmaya gerek kalmayacağını söylediler :) gülüp geçtik.. Bu teyzelere kanacak birileri çıkar mı diye düşündük.

Yarışın ikinci uzun ve son tırmanışı 93. km civarında başlamış oldu. Bir süre asfalttan gittikten sonra patikalara doğru tırmandık. Bir koyun çiftliğinin sağındaki yoldan patika başladı. Ağaçların arasında koşmaya başladık. Belgrad ormanındaki Geyik Parkuruna benzettiğim bir bölümde tırmanmaya çalışırken yere örtü serip peynir ekmek domates ile piknik yapan dört amcanın yanından geçtik. Sofraya davet ettiler, bir parça ekmek alıp devam ettik. Biraz arkamızda da süre olarak 46 km'yi birinci bitirecek olan Jose De Pablo koşarak geçip gitti (ceza puanı ile sıralamada üçüncü oldu). Arkasından Akın Yeniceli ve Duygun Yurteri gelip geçtiler. Artık parkurda yalnız değildik. Özellikle 102. km'den sonra iniş başlayınca daha çok 46 km koşucusu yanımızdan geçmeye başladı. Çamurlu, kaygan ve dar kanallardan aşağıya doğru koşmaya çalışırken arkadan gelenlere yol vermek oldukça zor oluyordu. Tempo tutturamıyorduk. Yine de eğlenceliydi. Sorun olmadı. Bir süre sonra da Süleymaniye'ye vardık.



Süleymaniye'ye varmadan önce bir ara enerjimin düştüğünü ve artık koşamadığımı hissettim. Miğdem bulanmaya başladı. Ayağımı kaldırmak istemiyordum. İlker ise gayet iyi koşuyordu. Geride kalınca onun yanına gidip gitmesini söylemeye karar verdim. Sonra durdum ve fiziksel durumumla ilgili bir sorun olmadığını, ya su içmediğim ya da beslenme ile ilgili bir eksikliğimin olduğunu düşündüm. Hemen cebimdeki çikolatayı komple yedim, bitirdim. Bir anda tekrar kendime geldim. Bahar hocanın sözünü dinleyip her saat başı bir lokma bir şeyler ağzıma atmayı alışkanlık haline getirmem gerekiyor.

Süleymaniye istasyonuna girerken Yücel Kalem'e sandaletleri ile kalan 30 km'de eşlik edecek olan minimalist akımı takip eden arkadaşını görüp selamlaştık. İstasyonda bir çeşme de vardı. Biraz bir şeyler atıştırıp kola içtik. Caner Odabaşoğlu ile konuştuk. Parkurun her yerinde görüyorduk kendisini. Çok zor bir işi başarıyor. İstasyondan ayrıldık. Yarım saat kadar tırmandık. Tırmanırken Bahar hocayı aradık, bize moral motivasyon verdi. Manzara çok güzeldi. Artık daha çok 46'cı yanımızdan geçmeye başlamıştı. Gökhan nerede kaldı diye düşünüyorduk. Bir ara Yonca Tokbaş ile koştuk. Neşeli hali ve gülümsemesi ile çok eğlenceli görünüyordu. Buraya kadar tempolu ve iyi koşarak geldiği belliydi. Bizleri tebrik etti. Biz de morallendik, yeteri kadar yürüdüğümüzü düşündük ve tekrar bir tempo tutturarak koşmaya başladık.

İnerken Alper Dalkılıç ile karşılaştık ve şaşırdık. Kendisini ancak bitişte Köfteci Yusuf'ta görebileceğimizi düşünüyorduk. Rahatsızlanan bir arkadaşa yürüyerek eşlik ediyordu. Onun da bitirebilmesi için destek veriyordu. Biraz konuştuk, yardım edebileceğimiz bir durumun olmadığını söyledi, devam ettik. Böylece ultra maratonlarda sadece koşmanın değil, yardımlaşmanın da güzel bir örneğini gösterdi.

Derbent'e 120. km civarı vardık. Artık yarış bitmek üzereydi. Kalan bölümün komple iniş olacağı hayali kuruyorduk. Ama kalan bölüm 16 km idi ve koşmadan bitmeyecekti. Bir tırmanışın daha olduğundan, parkurun da ciddi çamurlu olduğundan habersiz koşmaya başladık. Bir an önce bitsin istiyorduk. Ayakkabıma giren taşları bile çıkartmak için durmak istemedim. Sonra birden tırmanmaya başladık. Buraya kadar geldikten sonra bunu beklemiyorduk. Bir de çamur ve kısa da olsa bataklığa benzer yerlerden geçmek ruhumu ve ayaklarımı yıpratmaya başlamıştı. Gökhan da bizi yakaladı ve onunla sohbet ederek gitmeye başladık. Onun yanımızda olması ayrı bir enerji verdi bize.

Şimdi düşündüğümde o kadar da büyütmemek gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bu bir ultra maraton ve daha da zor olabilirdi.

Son bölümdeki dere geçişlerinde, her zamanki gibi, içine dalarak geçtik. Rahatlatıcı olsa da deriyi yumuşatması ve su toplanma riskini arttırmasından dolayı ayakkabıyı çıkarmak ya da poşet geçirip geçmek de denenebilir. Ama ben her zaman içinden geçmeyi tercih ederim. Bu alışkanlığı Çekmeköy'deki kış koşularında kazandım. Oradaki dere geçişlerinden sonra bunlar hiç etkilemedi.

Son altı buçuk km kala Bahadır İşseven ve Faruk Kar ile karşılaştık. Başlangıçtan geriye doğru koşarak arkadaşlarına destek olmaya gidiyorlardı. Biraz daha ilerleyince de patikaları bitirip asfalttan şehre doğru yaklaşmaya başladık.

Tam asfalt başlangıcında İlker'in kardeşi Serdar Laçalar bisikleti ile bizi bekliyordu. Böyle bir yarışta son bölümde kardeşinin ona eşlik etmesi çok güzel bir duygu olmalı.

Yarışı bir an önce bitirebilmek için asfalta çıkınca bir ara hızımızı 5.15 pace e kadar arttırdık. 135 km koşup üzerine bu kadar hızlı gidebilmek insanı şaşırtıyor.

Son beş yüz metre kala Muazzez arkamızdan yetişti. 46'cılar başladıktan sonra birisi rahatsızlanmış. Doktor olduğu için de durup 40 dakika yardım etmiş. Bizden hızlı olduğunu, geçmesini söyledik. O da 136 km koştuğumuzu, son metrelerde gelip geçmenin doğru olmadığını, geçmeyeceğini söyledi. Hatta fotolarda kareye girmemek için biraz daha geride kaldı. Ne diyeyim Muazzez, o kadar düşüncelisin ki... Böyle arkadaşlar ile tanışmak, bir şeyler paylaşmak, bu spora ve hayata daha çok bağlıyor. Her gün yaşadığımız bu kadar garipliğin arasında nefes aldırıyor.

İznik. Sonunda vardık. 18:38. Sıralamamız da aynı oldu. 94 kişi başlamış. 58 kişi bitiş çizgisinden geçmiş. Genel sıralamada 11. erkeklerde 10. yaş grubunda 8. olduk.


Bu yarış benim için çok eğitici ve öğretici oldu. Yavaş gitmenin aslında ne kadar hızlı olduğunu anladım. Kapasitenin farkında olmak, parkuru bilmek, sonuna kadar devam etmek, zorlukları görünce ya da şartlar ağırlaşınca bırakmamak çok önemli. Hızınızı kendinize göre belirleyin. Moraliniz bozulduysa bir şeyler yiyin, su için, kraker yiyin. Fiziksel bir sakatlığınız yoksa devam edin. Bırakmak yok :)

Organizasyonda emeği geçenlere sonsuz teşekkürler. Her şey çok güzeldi.

Sonuçlar için buraya tıklayabilirsiniz.